13 Kasım 2007 Salı

niçin çalışıyoruz

Hiçbir yere gitmeden ve hiçbir model göstermeden kendimizden çıkalım yola. Niçin çalışıyoruz? Bildik şeyleri tekrar etmeden kalıplaşmış ve toplumun genel kanaatlerini yansıtan düşüncelerden şöyle bir sıyrılarak tekrar soralım kendimize:
Niçin çalışıyoruz?
Birilerine muhtaç olmamak ve önce kendimizin sonra da ailemizin rızkını temin etmek içinse o halde devamı neden?
Kazandıkça tükettiğimiz gerçeğinden hareket edersek eğer, kazandıkça farklı bir ihtiyaç çıkacak karşımıza ve bu ihtiyaçlar hiçbir zaman bitmeyeceğinden daha çok çalışma gereği duyacağız. İşte bu sürecin sonunda en acı gerçekle karşılaşacağız:
"SAHİP OLMAK" için çalışırken; sahip olduklarımızı kaybedeceğiz.
Yıllar yılı çalışıp didinip bitmeyen ihtiyaçları karşılamak ilk başta sağlığından sonra da eşinden, çocuklarından, aile, arkadaş ve dostlarından uzaklaşan milyonlarca insan göreceğiz.
Örneğin bir ev sahibi olmak için harcanan yılları, tüketilen mesaileri, biriktirilen para ve ödenen taksitleri sonra harcanan enerjileri bir düşünün. Yaşamınızdan neler feda ettiğinizi hatırlayın. Peki aynı evi bir "Sevgi ve Mutluluk Yuvası" haline getirmek için neler yaptınız?
Aynı evde yaşadığınız mutlu ve huzurlu günler ile; stresli, öfkeli, mutsuz, tadsız–tuzsuz ve problemlerle geçen günleri şöyle bir karşılaştırın. Hangisi daha çok? O eve sahip olmak için tüketilen günler ve enerjilerin kaçta kaçını aynı evi bir sevgi yuvasına dönüştürmek için harcadığınızı bir düşünün.
Eşinizi ve çocuğunuzu sevmek, onlarla ilgilenmek, onlarla vakit geçirmek için ne kadar mesai harcadığınızı, bir ev ya da araba almak için çalışmanız gereken mesai saatleri gibi hesaplayın ve unutmayın sahip olduklarınızın gün gelip size sahip olabileceklerini...
Evet, bizler yanlış şeylere yatırım yapıyoruz. Ev, araba, yat, banka hesapları... vs. sahibi olmak bizi zenginleştirmiyor; eksiltiyor yavaş yavaş. Çünkü onlara sahip olmak için yaşamımızdan, sevdiklerimizden ve kendimizden fedakârlık ediyoruz. Behçet NECATİGİL'in şu hoş mısraları ne de güzel anlatıyor içinde bulunduğumuz bu durumu:

"Sevgileri yarınlara bıraktınız
Çekingen, tutuk, saygılı...
Bütün yakınlarınız sizi yanlış tanıdı.
Bitmeyen işler yüzünden.
Bir bakış bile yeterken anlatmaya her şeyi,
Kalbinizi dolduran duygular kalbinizde kaldı.
Siz geniş zamanlar umuyordunuz.
Yılların telâşlarla bu kadar çabuk geçeceği,
Aklınıza gelmezdi.
Gizli bahçenizde açan çiçekler vardı.
Gecelerde ve yalnız...
Vermek için az olduğunu düşündünüz,
Yahut vaktiniz olmadı.
Bitmeyen işler yüzünden..."

* * *
Toplumsal olarak öyle bir sürece geldik ki küçük bir televizyon reklamı dahi bizi tüketmeye, yeni çıkan o ürünü almaya sevk etti. Bir nevi şartlanmış bir topluluk haline geldik. Bu durum sadece kendi ülkemiz için geçerli değil elbet. Bugün dünyanın her yerinde benzer tablolar belki daha da ağır şekillerde görülmekte. Lakin önce kendimizden yola çıkıp şöyle bir seslenelim kendimize ve "Nereye kadar?" diyelim.
İçinde bulunduğumuz bu çıkmazdan (ki bu durumu bir çıkmaz olarak görüyor muyuz, o da ayrı bir konu) kurtulmak için neler yapmamız gerektiğini soralım kendimize.

* * *
Her 30 saniyede bir boşanma hadisesinin gerçekleştiği şu günlerde aileye, evliliğe, birlikteliğe, sıcak bir yuvaya verilen değeri ilk başta biz canlandıralım. Bitmek bilmeyen işler listemize ilk başta bunları koyalım. Ev sahibi olmak için değil; o evi dolduracak, o eve can katacak sevgiler, mutluluklar için çalışalım. Kendimizi başarıya ve devamlı ilerlemeye endeksli kılarken bunu sadece çalışma ve iş hayatımız için değil; geride bıraktıklarımız için de aynı performansı gösterelim.
Elde ettiğimiz unvanların, makam, derece yahut ev, araba ya da banka hesaplarının sevdiklerimizi ihmal etmesine asla müsaade etmeyelim. Maddi kazanımlara "Sahip Olmak" yerine onları sadece bozuk bir para gibi cebimizde taşıyalım; kalbimizde ve ruhumuzda değil...
Şimdi tekrar soralım kendimize: "Niçin çalışıyoruz?"
Kendimizi kandırmayalım. Tüm insanlığı kandırsak bile kendimizi kandıramayacağımızı unutmayalım. Bununla birlikte cevaplamamız gereken şu soruları da içtenlikle soralım kendimize:
Bitmek tükenmek bilmeyen bu çalışma aşkımızın arkasında, unutmak, yok saymak ya da perdelemek istediğimiz şeyler mi var?
İnsan hayatının kaçınılmaz sonu olan ölüm, ölüm düşüncesi veya ölüm korkusu mudur acaba bizi bu denli çalışma arzusuyla dünyaya bağlayan?
"Sahip Olma Motivi" olarak adlandırdığımız dereceler, makamlar, maddi kazanımlar ve bir tüketim çılgınlığına dönüşen şu yaşantımız, bizi daha nereye kadar sürükleyecek peşinden?
Bir de niçin çalıştığını hiç önemsemeden, tamamen duyarsız, amaçsız, öylesine çalışan bir kişiliğimiz olduğundan mıdır acaba bu kadar çok çalışıyor olmamızın nedeni?

* * *
Son olarak "Biz buraya ait değiliz!" diyorum ve "Yaşamak değil; beni bu telâş öldürecek" diyen Erel BLEDA'nın şiiriyle sizi baş başa bırakıyorum:

SARI LİRA GİBİ ÖMRÜMÜZ
Yaşamak değil; beni bu telâş öldürecek...
Sevdiğimizle doyasıya bir sohbet bile edemedik biz.
Gözümüz saatte söyleştik,
Hep yetişecek bir yerler vardı.
Aranacak adamlar,
Yapılacak işler...
Bir sonraki günün telâşı,
Bir öncekinin terine bulaştı.
Kör karanlıkta çalar saat yerine;
Kuşluk vakti kızarmış ekmek
kokusu
Veya yavuklu busesiyle uyanma düşlerini,
Ha babam erteledik.
20'li yaşlardayken 30'lara kurduk saatin alarmını
30'larımızda 40'lara, belki sonra 50'lere...
Lakin öyle yanlış kurgulanmış ki hayat,
Kuşlukta uyanma fırsatını sunduğunda bize,
Artık uyku girmez olur
gözlerimize...
Doyasıya söyleşmek,
Sevdiklerimizle en güzel vakitleri geçirmek için,
Bol zamana kavuştuğumuzda;
Söyleşecek sevgili ya da dost kalmıyor yanımızda.

Özenle yarına sakladığımız,
Bir sarı lira gibi ömrümüz.
Vakti gelip sandıktan
çıkardığımızda,
Bir de bakıyorsunuz ki:
Tedavülden kalkmış.

Hiç yorum yok: